IVANOV - BEN NASIL GÖRDÜM?
“…Bana
öyle geliyor ki, ben de çatladım. Lise, üniversite, iş adamlığı, okullar,
tasarılar… İnançlarım kimseninkilere benzemezdi, herkesten başka türlü
evlendim. İkide bir öfkeleniyor, gözünü kırpmadan tehlikeye atılıyor, paramı
sağa sola savuruyordum. Bunları sen de biliyorsun. Bütün kasabanın, en mutlu,
en acı çeken adamı bendim. İşte bütün bu saydıklarım Paşa, benim çavdar
çuvallarım oldular… Yüklendim ve belim kırıldı. Yirmisindeyken hepimiz
kahramanızdır, ne olursa olsun gözümüzü kırpmadan her işe atılırız, otuzunda
ise yorulur, hiçbir işe yaramaz oluruz. Nasıl, nasıl açıklayabilirsin bu yorgunluğu
sen? Fakat git Paşa. Tanrı aşkına git, başını ağrıttım.”
Üretmeye, konuşmaya, dinlemeye, keşfetmeye ve sevmeye
karşı bir iştahımız var. Doyurulmaya ihtiyaç duyan bu açlık, istemeye istemeye
çalıştığımız gecelerde bizi ayakta tutuyor. Sadece bir başkasının mutluluğu
için çabalamamıza yarıyor. Akşam uyurken yarın yapacaklarımızı düşünmemizi,
düşe kalka tekrar tekrar denememizi ve her gün dışarı adım atmamızı sağlıyor. Peki,
kaynağı nerede bu gücün, açlığın, hevesin –artık sizler o hisse ne derseniz-? Tatmin
etmeyecek cevaplara açılan bu soruyu neden soruyorsun, diyor olabilirsiniz. Tek
sebebi kaybolmayı anlamlandırabilmekten
geçiyor. Ivanov sahnede bağırırken “Ben daha bir seneye kadar çalışkan, âşık
bir adamdım. Benim hayata dair umudum vardı.” diyor. Şimdi huzursuz, amaçsız ve
aciz bir adam Ivanov. Neden? Yaşama karşı hissettiği iştahı kaybetmesine sebep
olan ne? İçinde olduğu girdabın bir mimarı var mı? Yoksa mücadelesi kaybettiği bir şeyle değil, ona isabet eden yeni bir hisle mi? Ivanov’un şu anlatıp
durduğu, onu boğan, sevdiği kadının ölümüne karşı bile tepkisizleştiren hissiyat…
Bu his öylece aramızda dolaşıp içine sızacağı yeni Ivanovlarını mı arıyor? Hayatın
anlamsızlığını ballandıra ballandıra anlatan mutsuz roman kahramanlarımızı
düşünelim bugün. Gerçekten de dünyaya bize uzak düşen, göremediğimiz bir
pencereden mi bakıyorlar? Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi acı çekmenin bir albenisi
mi var, bu halleri bir tercih mi? Sahnede bir çarkımız, üzerinde dönüp duran bir
kayboluş hikâyemiz ve bolca sorumuz var. Öyleyse bir tane daha ekleyerek soruyorum: Ivanov bahsettiği hisse yenik düşmüş
bir kurban mı yoksa karısını ölümle baş başa bırakan, çevresine acıdan başka
bir şey vermeyen suçlu bir aylak mı?
Dasdas Sahne’de seyirciyle buluşan Ivanov, Saim
Güveloğlu’nun yönetmenliğinde hazırlanmış. Oyun, Şehsuvar Aktaş, Tülin Özen ve
Tansu Biçer üçlüsünü bir araya getirmesi sebebiyle dikkatleri üstüne çekiyor. Oyunda
ıstırap içindeki Ivanov’un çevresine de sirayet eden mutsuzluğu işleniyor.
Sahne iki gerçeklikten oluşuyor. Dönen bir çarkın üstünde Çehov’un oyunu
akarken karakterlerin her biri çarkın etrafındaki sandalyelerinde sıralarını
bekliyor. Ivanov mutsuzluğu çevresini saran insanlar tarafından
anlaşılamıyor. Kendisi ise halini genç yaşta çok fazla şey yüklemesiyle
açıklıyor ve şöyle diyor: “Tanrı her türlü örnek çiftçilikten,
olağanüstü okullardan, ateşli söylevlerden korusun sizi. Kabuğunuza çekilip
kendi küçük işinizle uğraşın. Bence insana yaraşır, en onurlu, en sağlıklı iş
bu. Benimse nasıl yorucu bir hayatım var! Ah, nasıl yorucu bir hayatım var! Bir
yığın yanlış davranış, bir yığın haksızlık, bir yığın anlamsızlık!” Ivanov’un
bu cümleleri düşündürücü bir fikir taşıyor.
Büyük bir heves, ruhu kaplayan bir yorgunluğa gebe midir? Saim Güveloğlu’nun
Ivanov’u bu sebepleri odağına almıyor. Çözüme ulaşmayan adımların üzerinde
duruyor. Oyun, kendine Ivanov’un içinde olduğu hale yabancılaşmamızı sağlayan
bir tema seçiyor. Yani, Ivanov’a hak vermek, hissettiklerine üzülmek pek de
mümkün olmuyor. Bizlere daha çok çözümden kaçan, melankolik bir adam imajı sunuluyor.
Ivanov suçluluğunu, hatalarını hiçbir sonuca varmaksızın -yalnızca- konuşuyor. O,
konuştukça çark da dönmeye başlıyor. Çark, Ivanov’un eylemsizliğini
hissettirdiği gibi çözümsüzlüğün de oyundaki sembolü haline geliyor. Oyunun
eğildiği bir diğer konu ise melankolik erkekler ve onları kurtarma arzusu
taşıyan kadınlar oluyor. Ivanov’u henüz mutlu ve çalışkan bir adamken tanıyan
Anna, kocasının mutsuzluğundan nasiplenip hasta düşüyor. Sevdiği adamı eskisi
gibi görememenin hüznü içindeki Anna, hatıraların izleriyle aşkını muhafaza
ediyor. Sasha ise Ivanov’u bu girdabın içindeyken tanıyan ve bu anlaşılmaz
haline âşık olan genç bir kadın. Onun hisleri Ivanov’u düzeltme, farklı olanı
sevme üzerine kurulu. İki kadın arasındaki bu derin fark oyun boyunca karşımıza
çıkıyor. Her ne kadar yapılan uyarlama melankoliye gömülmüş bu adamı uzağımıza
itse de başlangıçtaki sorum zihnimde dönmeye devam ediyor: Ivanov, sahip
olunması gereken gücü yitirmişse eğer, çözümden bu kadar uzak oluşuna hak
verebilir miyiz? Yani demem o ki Ivanov’u yaydığı mutsuzluk için suçlamak ne kadar mümkün?
Ivanov gibi daha nice yılgın kahramanın üzerine düşündükçe
sahip olduğumuz yaşama arzusu değerini açık etmeye başlıyor. Neden kaybedilir
sorusunu -Ivanov’a ihanet edip- cevapsız bir tarafa itiyor, hevesimizi diri
tutmaya odaklanıyorum. Ve her birimiz için bambaşka olan, bizlerde çabalama isteği uyandıran amaçlarımıza sarılıyorum. Öyle ya bizi başka ne diri tutar? Açlığımızı bir türlü doyuramadığımız günler
olsun!
İçten gelen not: Bir şeyler hakkında fazlaca düşünürken size eşlik edebilecek bir şarkı Safia Nolin - C'est zero
Yorumlar
Yorum Gönderme