RAN - BEN NASIL GÖRDÜM?
Yalnızlığımızın
en büyük sebeplerinden biri var olan dehşet verici gerçekler. Bir çocuğun
açlıktan ölüyor oluşu bizi birbirimizden bu kadar uzak kılan. Kötülüklerle
yaşamayı öğrenmek diğerlerine olan güvenimizi zedeliyor ve bu çok anlaşılır.
Ama yaşadığımız bu teklilikte garip bir şey var ki o da insanlara üzülürken
insanlardan uzaklaşmamız. Belki bu da o kötülüklerin amaçlarından biridir.
Yurdaer Okur, Ran ile Nazım Hikmet'in acı yalnızlığına ve umudunun coşkusuna
ses oluyor.
Nazım
Hikmet'in yazdıklarında düşüşleri ve dünyaya olan sevgisinin verdiği ümidi
görmek çok kolay. Belki bundandır gözümde Nazım gerçek bir insan. Sonsuz bir
sabra ya da tükenmeyen bir inanca sahip değil. Ağlıyor ve gülüyor. Sarılıyor ve
itiyor. Daha iyi günlere -tamamen kötü bir dünya korkusuna rağmen- inanıyor.
Yurdaer Okur da onu canlandırırken aynı gelgitleri sahneye taşıyor. Şiir
geçişleri -aynı zamanda Nazım Hikmet'in ruh hali değişimlerini ifade ediyor-
başarı ile düzenlenmiş. Oyunu bir bütün olarak izleyebiliyorsunuz. Sahnede
parça parça şiir seslendirmesi havası hâkim değil. Mücadeleci bir rüzgâr
esiyor. Sonra aniden salonu yarınların korkusu bir sis gibi kaplıyor. Hayatımız
gibi yani. Kendimiz ve çevremiz için hiçbir ışık göremediğimiz günlerle, tüm
mutluluğun bu dünyaya ait olduğunu hissettiğimiz günler iç içe giriyor. Nazım
Hikmet, bu savaşı umuduyla yeniyor. Yurdaer Okur da bize bu galibiyeti
aşılamaya çalışıyor. Oyunu izlerken salona büyük bir ağırlık çöktüğünü
görebilirsiniz. Bu etkinin en yoğun olduğu anlar Yurdaer Okur'un ışığının
seyirciye verildiği ve bir anda karşımızda bize seslenen bir Nazım Hikmet
gördüğümüzde yaşanıyor. O zamanlarda şöyle diyor Nazım: "…Çocuklar
ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında, arkalarında bir avuç kül bile değil,
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan." İnsanlığa olan
bağlılığına, insanlara olan kızgınlığı karışan Nazım'da kendimizi buluyoruz.
Oyunu
Entropi Sahne'nin küçük salonunda izliyoruz. Seyirciyi karanlık bir hapishane
hücresi karşılıyor. Sahnede etrafa dağılan kâğıtlar ve bir yatak dışında bir
şey yok. Yurdaer Okur'a viyolonseli ile Şirin Vatan eşlik ediyor. Viyolonsel
ile uyum sağlansa da müziğin etkiyi arttırma konusunda daha kilit bir rol
oynayabileceğine inanıyorum. Oyunun dikkat çekici özeliklerinden biri de arka
fonda devamlı olarak duyduğumuz su damlama sesi. Bu sesle hapishanenin rahatsız
edici ıssızlığını ve rutinliğini hissediyoruz. Ran, yaklaşık 1 saat süren,
yoğunluğu ve hatırlattıkları ile beğeneceğiniz bir oyun. Özellikle de tiyatro
oyunlarımızın büyük bir çoğunluğunun çeviri olduğu şu dönemde, Nazım Hikmet’in
adıyla bir şeyler yapılması heyecan verici.
Bu
oyundan ne kazandım? Birinin yaptığı kötülük diğerinin iyiliğini sorgulatıyor.
Üstelik duyduğumuz kötü bir gerçeğin etkisi, iyi bir haberin etkisinden çok
daha keskin. Tüm bunlar yalnızlığı ve yabancılaşmayı doğuruyor. Var olduğun
dünyayı kabullenememe ya da gerçekleri -daha fazla- duymama çabası. Bu nedenle
diyebiliriz ki çoğumuzun yalnızlığında merhamet duygusu yatıyor. Ran'ı izlemek,
durumun ortaklığını hatırlatıyor. Yani diyor ki senin gibi hisseden, olanlara
üzülen ve olanlardan korkan çok insan var. Belki de yabancılaşmanın ve
yalnızlığın duvarını kıracak şey de bunu hatırlamaktır.
Yorumlar
Yorum Gönderme