PENCERE - BEN NASIL GÖRDÜM?
Büyüdükçe yaptığımız tek bir şeyin bizi iyi ya da kötü yapmadığını anlıyoruz. Bu anlayış ile beraber insanları yargılamak, yaptıkları şeyler için onları etiketlemek de zorlaşıyor. Kyra’nın “Hiçbir zaman kafamda Alice’yi aldatmadım.” demesiyle onu aklayabiliyor muyuz peki? Ortada aldatılan bir insan varken bir ilişki doğru olabilir mi? Bu kez Pencere bitmiş bir ilişkinin tekrar hayat bulma çabasına açılıyor.
Haluk Bilginer ile başlamak lazım söze. Tom
karakterine hem büyük bir ego hem kırılgan ve yardıma muhtaç bir ruh hali
katıyor. Öyle ki oyun boyunca kendini öven bu adam acıdığınız bir kişi
oluveriyor. Karısının onu affetmeden ölüşünü kaldıramamış olan Tom, onun gibi
affedilmeyen tek kişinin yanına gidiyor: Kyra’ya. Oyunu Kyra’nın lüksten uzak
dairesinden izliyoruz. Dekorun ne kadar kuvvetli bir unsur olduğunu ortaya
koyan oyun, yapılan makarnanın kokusundan, değişen kombi ışığına ve yağan kara
kadar sizi orada olduğunuza inandırıyor. Bana göre oyunun iki kritik noktası
var. Bunlardan ilki Kyra ve Tom’un yanlış bir biçimde de olsa doğru şeyi
yaptıklarına güçlü bir şekilde inanıyor oluşları. Hakikat, hakikat olduğunu
hissettirir ve apaçıktır. Kyra ve Tom’un, ilişkilerini bu şekilde gördüklerini
düşündüm. Güçlü bir şey hissediyorlardı ve bu duygu bir gerçekti onlar için.
Tam da bu nedenle kafamda aldatmadım diyordu Kyra. İkinci önemsediğim nokta ise
oyun ilerledikçe kendinize sorduğunuz şey aslında: Bu kadar farklı iki insan
nasıl özel bir bağ kurar? Sadece farklı olmak da değil saygı duymamak var işin
içinde. Bu durum aslında hislerimizin çoğu zaman mantık süzgecinden geçmemiş
oluşunun ve sevdiğimiz insanlara dönüp bakınca sebeplerden çok aklımıza
getirdiği hislere odaklanıyor olmamızdan kaynaklı. Hislerin temelinde de
psikolojik etmenlerin yattığını görüyoruz: Kyra’nın babası ile olan sıkıntılı
ilişkisinden dolayı kendinden yaşça büyük Tom’a çekildiğini, Tom’un sahiplenilmeye
açık bu kadın ile daha güçlü hissettiğini… Oyunun diyalogları geçmişi
anlamanızı sağlarken bir yandan da bunu gözünüze sokmuyor. Bu da oyunu başarılı
kılıyor benim gözümde. Yaşanan olaylardan çok diyalogları ve karakterleri göz
önüne sunarak pencere kapanıyor.
Bu oyundan ne kazandım? Oyunun biraz ötesinde benim
önemsediğim bir noktayı içeriyor bu seferki sonucum. Herkes bir şeyi yapmak
için mi doğdu bilmiyorum. Ama herkesin ait olduğu bir yerin olduğuna, kendiniz
için o yeri bulursanız en çok tatmini ve huzuru yakalayacağınıza inanıyorum.
Bugün bu düşünceye daha çok sarıldım. Çünkü ait olduğu yerde, ait olduğu işi
yapan birini izledim. Haluk Bilginer’in sahnede gücünü görmek insanların
kendileri için doğru olan yerde ne kadar parlayabileceğini gösteriyor. İçinde
olduğumuz dünya, herkese istediğini vermese bile kendimize sormalıyız
isteklerimizi değil mi? Benliğimizi bulduğumuz/yaşadığımız günler olsun!
İçten gelen not: Morrissey'den çok sevilesi bir şarkı: The Smiths-Well i wonder
Yorumlar
Yorum Gönderme